Thursday, 15 May 2008

Saturday, 10 May 2008

Kaçak Şeytan

Lilith narin patilerini sessizce yere vura vura ortalıkta dolanmaya başladı. Diğerleri dışarı çıkmıştı. Lilith onların o muhteşem patilerini tüylerinden geçiremeyecek olmalarına hayıflandı. Ona göre insanların en iyi tarafları patileriydi, şahane şeyler yapabiliyorlardı o patilerle. Elbette avlanmak için hiç uygun değildi o patiler, -zaten insanlar avlanamayacak kadar hantaldı- ama insanlar avlanmadan da yiyecek bir şeyler bulabiliyor gibiydiler. Yedikleri bazı şeylere bakarak hala yaşıyor olmalarına şaşırıyordu Lilith.

Koltuğun üzerinden pencere pervazından atlayıp dışarı bakmaya başladı. Güneşli bir gündü, insanların burada kalmamalarını anlayabiliyordu. Kaldığı yeri sevmediğinden değil, büyük, rahat bir evdi ve ilk geldiğinde tüm gizli köşelerini keşfetmek günlerini almıştı –hala da hoşlanıyordu bu keşfetme işinden- ama yine de Lilith dışarıya baktığında bir kıskançlık hissetti.

Kendi türünden biri vardı dışarıda, irice, uzun tüylü bir dişi. Pencere sesleri boğduğundan ne söylediğini anlayamıyordu, ama pek dostane gelmiyordu kulağa. Aynı dişiyi daha önce de görmüştü, bir şekilde bu büyük eve girmeyi başarmış, onu besleyenlere yaltaklanırcasına miyavlayarak yiyecek istemişti. Lilith’i görünce nezaketi birden kaybolmuş, tıslamaya başlamıştı. Kıskanıyordu kuşkusuz, Lilith de kıskanılmayacak gibi bir dişi de değildi hani. Yine de o dışarıdaydı, Lilith içeride.

Hüzünle kulaklarını indirerek pencere pervazından aşağı atladı. İnsanları dışarıda ne yapıyordu acaba? Ne zaman gelirlerdi? Eh, çabuk gelseler iyi olacaktı, çünkü Lilith mama kabında kayda değer bir azalma gözlemlemişti. Mama kabının biraz ilerisinde duran mama torbasını patileri yumrukladıysa da, bunun poşet hışırdamalarından başka bir getirisi olmadı. Bu insanlar nasıl beceriyordu o patileri öyle kullanmayı anlamıyordu.

Biraz daha yemek umudunu bir kenara itip gezintisine devam etti. Canı kestirmek istemiyordu. İçinde, şu insanların üzerinde uyuduğu, kendisinin de kestirmek için tercih ettiği kocaman şeyin olduğu odaya girdi (elbette Lilith odayı bu şekilde düşünmüyordu, kısaca ‘uyku odası’ adını vermişti kendi içinde odaya). Bir an duvardaki üzerinde resimler olan kâğıtları tırmalamakla, yerdeki kâğıtları yemek arasında kaldı, sonra duvardaki resimlere yöneldi.

Tam tırnaklarını germiş kâğıt yırtılmasının nefis sesiyle mırlamaya başlamıştı ki, resim gürültülü bir hışırdamayla üzerine düştü. Tabii resmin üzerine düşmesiyle Lilith’in ok gibi fırlayıp odanın diğer ucunda belirmesi bir oldu. Kalbi gümbür gümbür –ya da daha doğrusu kalbinin boyutunu göz önünde bulundurursak ‘pıtır pıtır’- atıyordu. Kendini kaptırıp resmi fazla güçlüce aşağı doğru çekmişti. Kendine başka bir eğlence bulmaya karar verdi.

Bu gün gittikçe daha da fazla canını sıkıyordu, o şey üzerine düştükten sonra iyice sinirleri gerilmişti. Ne yazık ki bu evde tek bir fare bile yoktu. Bu durma içten içe sinirlenerek evde dolanmaya başladı. Yan odaya geçti, üzerine tırmanması pek güvenli olmayan –kendisinden çok üzerine tırmandığı şeyler için güvenli olmayan- yerlerde dolanmaya başladı. Fare bile olmayan bir evde Lilith ne işe yarardı ki? Süs eşyası mıydı o? Sinirli küçük bir miyavlamayla tırmandığı yerden aşağı atlayıp birkaç küçük eşyayı da beraberinde devirdi (biraz sakar bir kedicikti Lilith).

Birden odada dolanırken bir hava akımı hissetti. Evde tüm pencereler kapalıydı, bunu biliyordu Lilith. Yine de orada… Bir açıklık… Oradaki serinlik, özgürlüğün nefis kokusu…

* * *

“Cehennemi terk etmeden önce kanatları kesiliyordu ya…” dedi dişi insan apartmanın önünde çantasından şıngırdayan metal şeyleri çıkararak. İkinci dişi başını salladı:

“Pek iştah açıcı bir sahne değildi,” dedi ilk dişi kapıyı açarken. “Özellikle-”

Bir şey hızla kapı aralığından içeri süzüldü.

“Yine şu sokak kedisi-” sözü yarıda kesildi. “Lilith!”

“Dışarı nasıl çıkmış?”

Lilith insan dişilerinin konuşmasını dinlemedi. Soluk soluğa kalmış, ıslanmış, çalı çırpıya takılmış normalde yumuşak uzun tüyleri dikilmişti, patileri çamurluydu ve ısınmaya ihtiyaçları vardı. Daha önce insanların dışarı şemsiyesiz çıktığında mutlaka yağmur yağacağına dair asılsız ve saçma iddialarını duymuş, doğru olabileceklerini hiç düşünmemişti. Yine de, ne kadar perişan görünürse görünsün, kendini hiç bu kadar canlı, bu kadar özgür hissetmemişti.

Friday, 2 May 2008

Die Toten Hosen - Viva La Revolution



Her sabah üç dakikalık bir kahvaltı yumurtası

Ve köpekle bi tur
Tam vaktinde işte olmak ve tam vaktinde eve gelmek
Her gün aynı yöne doğru gidiyoruz, neden diye sormadan
Her gece aynı suratlar, aynı televizyon programlarında

Sonumuz asla bu olmayak demiştik o zamanlar
Bu demir parmaklıktan kuralları olan kafese hayır!
Görkemli bi başkaldırıştı; karşıydık, asla onların lehine değildik
Ve nihayet bir şeyler olsun diye her lanet kapıya kazıdık:

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Bu dünyayı değiştirmek istiyorduk ve önce kuaföre gittik
Çünkü bi ara birileri dış görünüş önemli demişti
Ve sonra savaşa attık kendimizi, Babil'in savaşçıları gibi
Herkes başka bi şeye inanıyordu, çünkü kimsenin bi şeyden anladığı yoktu

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Yaşlı Marx bizimle gurur duyardı ve kutsal savaşımızla
Çünkü özgürlüğümüz için savaştık, Tanrıya şükür ki kazandık
Ve bugün SPD ve CDU* arasında seçim yapabiliyoruz
RTL ve ZDF** arasında, Pepsi ve Coca Cola arasında

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Bu "Viva la revolution" da maalesef sadece afyondu

*SPD: Sosyal-demokrat Parti. CDU: Hıristiyan-demokrat Parti. İkisi de birbirinden beter.
**RTL ve ZDF; en çok izlenen Alman TV kanallarından iki tanesi. Biri özel, diğeri devlete bağlı.

Saturday, 26 April 2008

A drop of literature...

lost inside Neil Gaiman's Crazy Hair


Thursday, 17 April 2008

İki Üzüm Tanesi


Vaktiyle iki üzüm tanesi bir daldan sarkardı
Tasasızca, bütün tek yazlık ömürleri boyunca
Akşam cırcırböcekleri şarkı söylerken
Üzümler için sıradışı olan bi istek kapladı içlerini
Ölümsüzce aşık olmuşlardı.

Erkek esmer, sıcak bi tipti, kadınının onda en çok sevdiği taraf buydu
Bülbüllerin senfonisine sessizce eşlik ederek ona serenat yapardı
"Ah benim tatlı üzümüm, sana inandığımı bil
Benim güzel gelinim, o narin, pürüzsüz tenin..."

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için

Ve kadını dedi ki, "evet ne güzel olurdu, ne yazık ki asla olmayacak
İnsanların ve maymunların aksine biz bunun için yaratılmadık
Senin hiçbir yerin ince ve sivri değil ve benim de bir yarığım yok
Tanrı bunu yapmamızı istemedi o yüzden bizi üzüm olarak yarattı"

"Belki de başka bir hayatta kendimizi birbirimize verdik günah içinde
O'nun kutsal sözünü dinlemedik ve bu yüzden burda soluyoruz
Bir zamanlar ona inanmadık, o yüzden şimdi üzümüz sadece
En azından sana dokunabiliyorum ve tenini yakından hissedebiliyorum"

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için

Sonra genç çiftçi geldi, isteksizce işini yapmak için
Tüm üzümleri dallarından kopardı ve sepetine attı
Bizim narin, tatlılarımız ayaklarının altında patladı
sadece kısa bir an için birbirlerinin içine akmanın keyfine vararak

Kendilerini kaybettikleri mutluluk bir fıçıda mayalandı
Ne de olsa ikisi birbirlerinin içinde can verdi
Ve bu gece burda oturuyorum ve kırmızı şarabımı yudumluyorum
Üzümleri düşünüyorum ve sessizce şarkımı söylüyorum

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için




Saturday, 5 April 2008

Error 404

Quick release chemicals strike with incomprehensible precision
Biorganic electronics targeting microscopic destinations of devastation

Cleaner than light
Meaner than a laser fight in the night 2000
Billions of micro maniacs unknown to most as the uncontrollable soldiers of suffering succotash
Instantaneous infiltration leaves me with a case of bustation, frustration,
Alone in the constellation of alienation detached from empty conversation
I wait
I wait
For the wave to break.

Sunday, 24 February 2008

Taşlar

Richard Shelton

Yaz geceleri dışarı çıkıp taşların büyümesini seyretmeyi severim. Bence burada, çölde, sıcak ve kuru yerde, daha iyi büyüyorlar. Ya da belki de genç olanlar burada daha hareketli.
Genç taşlar büyüklerin onlar için iyi olduğunu inandıklarından daha hareketli olma eğilimindedir. Çoğu küçük taşın, ebeveynlerinin de bir zamanlar sahip olduğu, ama uzun yıllar önce unutulmuş bir tutkusu vardır. Ve bu tutku suyla ilişkilendirildiği için, ondan asla söz edilmez. Yaşlı taşlar sudan hiç haz etmez. "Su asla bir yerde bir şeyler öğrenecek kadar uzun süre kalmayan bir at sineğidir" derler. Ama genç olanları, yavaşça, büyüklere fark ettirmeden kendilerini büyükçe bir akıntının fırtınalı bir yaz gecesinde onları yanlamasına ve fark edilmeden yakalayıp kuru bir nehir yatağından aşağı itmelerini sağlayacak bir pozisyonda yerleşmeye çalışırlar. Bu eylemin olası tehlikelerini görmezden gelerek yolcluk etmek, dünyayı görmek ve evlerinden, ailelerinden uzak, kendilerine ait kendi saltanatlarını kurabilecekleri bir yere yerleşmek isterler.
Ve taşlar arasındaki aile bağları çok sıkı olsa da, pek çoğu başarılı olmuştur. Üstelik bu taşlar çocuklarına bu akıntının içinden geçen, tehlikeli, yarım kilometre uzunluğunda, çoğu taşın hayal bile edemeyeceği kadar uzaklara bir yolculuk ettiklerini kanıtlayan yaralar taşırlar. Yaşları ilerledikçe bu gizli maceraları hakkında hava atmaktan vazgeçerler.
Yaşlı taşların çok tutucu oldukları da doğrudur. Her türlü hareketi ya tehlikeli ya da düpedüz günah olarak sınıflandırırlar. Rahatça oldukları yerde kalır, çoğunlukla da şişmanlarlar. Aslına bakılırsa şişmanlık, seçkinliğin bir göstergesidir.
Yaz gecelerinde, gençler uyuduklarında, ihtiyarlar o ciddi ve korkutucu konuya döner: Ay'a. Fısıltıyla bahsederler ondan. "Bakın! Nasıl da parlıyor ve göğün etrafında dönüyor, sürekli şekil değiştirerek," diyor biri. "Bizi nasıl çektiğini hissedin, bizi nasıl onu takip etmeye zorladığını," diyor bir diğeri. Ve bir üçüncüsü fısıldıyor, "bu çıldırmış bir taş."

Monday, 4 February 2008

Friday, 1 February 2008

Im Namen des Wahnsinns - Konstantin Wecker

*Wahnsinn = (kelime anlamıyla) kuruntulu akıl (gerçek anlamıyla) delilik, çılgınlık

Çılgınlık adına
tutuklusunuz
çok yüksek sesle
ve çok derinlemesine düşündünüz

Çılgınlık adına
karanlığa büründünüz
Düşünmenize gerek yok, zaten düşünüldünüz

Çılgınlık adına
hüküm giydiniz:
Zaman zaman kendinizle uğraşmışsınız

Çılgınlık adına
güldünüz
ve bundan zevk aldınız!

Çılgınlık adına
kendini biraz olsun aydınlatanlar
yok edilecek!

Evet, çılgınlık gecenin içinde ilerliyor sinsice
Bütün bu kuruntular aklımızı başımızdan aldılar
Soğuktan bir palto giymiş
Çünkü üşüyenlere daha kolay hükmedilir

Evet, çılgınlık gecenin içinde ilerliyor sinsice
Kendine adalet ve güç diyor
Güneşi kovuyor
Zamanı söndürüyor
ve bizi gerçeklikten çalıyor

Saturday, 19 January 2008

Spreading the truth...

Tanrı hakkında bilmek istediğiniz her şey...

Tuesday, 25 December 2007

DaDADAdadAdADaDadAdadaDAdaDaDa

Perhaps Strange
Kurt Schwitters

The world is full of goods trains
The passengers are cows
And milk and butter.
And cheese and lovely marmelade
And bulls and horses,
And cocks and hens.
The cow is mother to the milk,
And grandma both to cheese and butter.
The cheese is cousin to the marmelade.
The horse is cousin to the cock
The hen lays eggs.
The egg is cousin to the cheese and butter,
The son and daughter of the milk.
Isn't it strange?
It is.

Wednesday, 5 December 2007

The Story of Bonnie and Clyde

You've read the story of Jesse James--
Of how he lived and died;
If you're still in need
Of something to read
Here's the story of Bonnie and Clyde.

Now Bonnie and Clyde are the Barrow gang.
I'm sure you all have read
How they rob and steal
And those who squeal
Are usually found dying or dead.

There's lots of untruths to these write-ups;
They're not so ruthless as that;
Their nature is raw;
They hate the law--
The stool pigeons, spotters, and rats.

They call them cold-blooded killers;
They say they are heartless and mean;
But I say this with pride,
That I once knew Clyde
When he was honest and upright and clean.

But the laws fooled around,
Kept taking him down
And locking him up in a cell,
Till he said to me,
"I'll never be free,
So I'll meet a few of them in hell."

The road was so dimly lighted;
There were no highway signs to guide;
But they made up their minds
If all roads were blind,
They wouldn't give up till they died.

The road gets dimmer and dimmer;
Sometimes you can hardly see;
But it's fight, man to man,
And do all you can,
For they know they can never be free.

From heart-break some people have suffered;
From weariness some people have died;
But take it all in all,
Our troubles are small
Till we get like Bonnie and Clyde.

If a policeman is killed in Dallas,
And they have no clue or guide;
If they can't find a fiend,
They just wipe their slate clean
And hang it on Bonnie and Clyde.

There's two crimes committed in America
Not accredited to the Barrow mob;
They had no hand
In the kidnap demand,
Nor the Kansas City Depot job.

A newsboy once said to his buddy:
"I wish old Clyde would get jumped;
In these awful hard times
We'd make a few dimes
If five or six cops would get bumped."

The police haven't got the report yet,
But Clyde called me up today;
He said, "Don't start any fights--
We aren't working nights--
We're joining the NRA."

From Irving to West Dallas viaduct
Is known as the Great Divide,
Where the women are kin,
And the men are men,
And they won't "stool" on Bonnie and Clyde.

If they try to act like citizens
And rent them a nice little flat,
About the third night
They're invited to fight
By a sub-gun's rat-tat-tat.

They don't think they're too smart or desperate,
They know that the law always wins;
They've been shot at before,
But they do not ignore
That death is the wages of sin.

Some day they'll go down together;
They'll bury them side by side;
To few it'll be grief--
To the law a relief--
But it's death for Bonnie and Clyde.

Bonnie Parker, 1934


Thursday, 29 November 2007

Wednesday, 28 November 2007

The Passenger

Fildişi kapılarından geçen rüyalar yalandır, hiledir, sanıdır. Diğeri, ancak gerçeği kabul eder.

Rüyalar hakkındaki en güzel şey, anlık olmalarıdır.
Bir rüya sadece bir kez görülür ve sonra, unutulur. Onlara değer veren de budur, o ana ait olmaları, kayganlıkları, elle tutulamazlıkları... Ama eğer hatırlarsan, bir parçasını bile, değerlidir. Unutulabilir, her an tekrar kaybedilebilir, küçük, kırılgan bir parça...

Bir yolcuyum. Rüyalarınıza doğru hareket ediyorum. Rüyalarınıza biniyorum.
Manhattan'da çelik perçinli, pamuk şeker gibi kokan bir ejderhaya biniyorum. Kısacası otobüsle yolculuk ediyorum. Yeni yolcuyu fark etmeyen bir çift var arka koltukta. Önde oturuyorum ve şoförle sohbet ediyorum. Delawate Eyaleti'ne yaklaşırken, rüya sahibi, küçük sabırsız bir köpek, çoktan unutulmuş geçmiş bir yaşamda meçhul istikametlere yelken açtığı seferleri görüyor rüyasında. Okyanusun tuzlu dalga serpintileri yüzümü acıtıyor.
Rüyalarda ilerliyorum. Matthew'a yaklaşırken mücevheri hissediyorum.

Uyuyan çocuklarım. Rüyanızın içinde bir yolcunuz oldu ve siz, bunu asla bilmediniz.

dream
"...Ve ancak O'nun rüyalarının bir parçası olduğunda bilirsin ki, artık gerçek değilsindir."

Çok uzun boylu, çok güzel ve çok mesafeliydi. ... Pelerini gece yarısının bir parçası gibi rüzgarda uçuşuyor ve gözleri ikiz yıldızlar gibi parlıyordu. Dünyayı dolduruyor gibiydi.

Friday, 2 November 2007

Gecikmiş Halloweenler!


The Dream

In visions of the dark night
I have dreamed of joy departed-
But a waking dream of life and light
Hath left me broken-hearted.

Ah! what is not a dream by day
To him whose eyes are cast
On things around him with a ray
Turned back upon the past?

That holy dream- that holy dream,
While all the world were chiding,
Hath cheered me as a lovely beam
A lonely spirit guiding.

What though that light, thro' storm and night,
So trembled from afar-
What could there be more purely bright
In Truth's day-star?
Edgar Allan Poe

Friday, 26 October 2007

Macrander Hotels

Almanya'da geçenlerde Macrander Hotels adındaki bir oteller zincirinin NPD'ye gönderdiği mektup:
(NPD = Nationaldemokratische Partei Deutschlands = Alman Ulusal-demokratik Parti = Naziler)

NPD Fraksiyonu, Sachsen Eyalet Meclisi
Herren H. Apfel und A. Delle
xxxxxxxxxxxxxxxxstrasse 1
01067 Dresden

Holiday Inn Dresden'daki rezervasyonunuz hakkında

Sayın Bay Apfel,
Sayın Bay Delle,

bugün www.hotel.de üzerinden 7 Kasım 2007 için yaptığınız rezervasyondan haber olduk ve itiraf etmeliyiz ki Amerikalı bir yatırım olan müessesemizi seçmiş olduğunuz için oldukça şaşırdık.

Müessesemizde hoş karşılanmayacağınız ve sizi konuk etmeyi meslektaşlarımdan da isteyemeyeceğim için hotel.de'den rezervasyonunuzu iptal etmelerini rica ettik.

Bu sözleşme sebebiyle mümkün olmazsa, müessesemize kazandıracağınız parayı dolaysız olarak Dresden sinagoglarına bağışlayacağımı bilmenizi isterim. Bunu lütfen, geçmişteki ideolojik yoldaşlarınızın daha önceki ziyaretlerinde sinegoglara verdiği hasarı biraz olsun kapatmak adına yapılmış küçük bir jest olarak görün.

Bu mektubun bir kopyası Dresden Basını'na gönderilecektir.

Kendinize uygun bir konaklama yeri bulmanız ve ziyaretinizi bizden esirgemeniz umuduyla,


en içten dileklerimle,
MACRANDER HOTELS GmbH & Co. KG

Genel Müdür

kaynak: virtualunreality.blogspot.com
ve onun kaynağı: nerdcore.de

The Color of Trust

Bana güvenini ver, dedi Aes Sedai,
Omuzlarımda gökleri taşıyayım.
Güven ki en iyisini bileyim ve yapayım,
Ki diğerlerine de göz kulak olayım.
Ama güven büyüyen kara tohum rengidir.
Güven akan yürek kanı rengidir
Güven ruhun son nefesinin rengidir.
Güven ölüm rengidir.

Bana güvenini ver, dedi kraliçe tahtına,
Çünkü tüm yükü tek başıma taşımalıyım
Güven ki yöneteyim, yargılayayım ve hükmedeyim,
Ve kimse düşünmesin kandırıldığını.
Ama güven mezar köpeğinin havlama sesidir.
Güven karanlıkta ihanetin sesidir.
Güven ruhun son nefesinin sesidir.
Güven ölüm sesidir.

Sunday, 21 October 2007

Subterranean Homesick Blues



Johnny bodrumda
İlacını karıştırıyor
Ben kaldırımda oturmuş
Devlet hakkında düşünüyorum
Yağmurluğunun içindeki adam
Çıkar yaka kartını, işten atıldın
Fena öksürüyorum diyor
Borçlarının ödenmesini istiyor
Dikat et evlar
Bir şeyler yaptın
Tanrı bilir ne zaman
Ama yine yapacaksın
İyisi mi pasaja dal
Yeni bi arkadaş bul
Rakun derisi başlıklı adam
Koca hücresinde
11 dolarlık fatura kesiyor
Sende sadece 10 dolar var

Maggie geliyor koşarayak
Yüzü siyah isle kaplı
Diyor ki kaloriferden olmuş
Yatakta bitkiler ama
Telefon yine de kaçak
Maggie diyor ki, herkes
Mayıs başı baskın yapalım diyormuş
DA'nın emirleri
Dikkat et evlat
N'apmış olursan ol
Parmak uçlarında yürü
Kafein tabletleri deneme
Yangın hortumuyla dolaşanlardan
Uzak dur en iyisi
Burnunu temiz tut
Sivil polislere dikkat et
Rüzgarın ne yönde estiğini bilmek için
Meteoroloji uzmanı olmaya gerek yok

Hasta ol, iyileş
Mürekkep hokkalarında dolaş
Zili çal, söylemesi zor
Bir şey satabilir misin
Çok çalış, tutuklan
Geri gel, kör alfabesi öğren
Hapse gir, kefalet öde
Olmadı savaşa katıl
Dikkat et evlat
Vurulacaksın
Ama tüketiciler, hilekarlar
6 saatlik kaybedenler
Tiyatroların oralarda takılın
Havuzun kenarındaki kız
Başka bir enayi arıyor
Liderleri takip etmeyin
Nereye park ettiğinize dikkat edin

Yeniden doğ, kendini sıcak tut
Kısa pantolonlar, romantizm, dans etmeyi öğren
Giyin, kutsan
Başarılı olmaya çalış
Kadını tatmin et, adamı tatmin et, hediyeler al
Hırsızlık yapma, hiçbir şey aşırma
20 yıllık öğrenim hayatı sonunda
Seni sabah vardiyasına aldılar
Dikkat et evlat
Her şeyi saklı tutuyorlar
Lağımdan aşağı atlasan daha iyi
Kendine bir mum yak
Sandalet giyme
Skandalardan kaçın
Bi serseri olmak istemezsin
Sakız çiğnesen iyi edersin
Tabancan da çalışmıyor
Çünkü haydutun teki kabzasını almış.

Saturday, 20 October 2007

Ejder Kehanetleri

Gölge'nin yüzüne, daha önce yeniden doğmuş olan ve sonsuza dek defalarca doğacak olan biri doğacak. Ejder yeniden doğacak ve yeniden doğuşunda haykırışlar ve diş gıcırtıları duyulacak. Ejder insanları kefen ve küllerle giydirecek ve tüm bağları kopartarak dünyayı yeniden kuracak.
Hepimizi şafak gibi körleştirip doğuracak ve Yenidendoğan Ejder, Son Savaş'ta Gölge ile yüzleşecek ve kanı bize hayat verecek. Bırakın aksın gözyaşları, ey dünyanın halkları, Kurtuluşunuz için ağlayın.
Karaethon Döngüsünden
Ejder Kehanetleri
Ve yolları çok olacak. Ve adını kim bilecek; defalarca, farklı kısveler altında doğacak aramıza, tıpkı şimdiye dek yaptığı, bundan sonra da yapacağı gibi, sonsuz zamanda. Gelişi sabahın keskin tarafı gibi olacak, yaşamlarımızı sükunet içinde yaşadığımız yerden saban izleri gibi tersyüz edecek. Bağları kıran; zincirleri ören. Gelecekleri inşa eden; kaderi çözen.

Ufkun ötesinde fırtınalar gürler, gökyüzünün ateşleri yeryüzünü kavurur...

...Yıkım olmadan kurtuluş yok ve ölümün bu yanında umut yok.

"Onun gerçek Yenidendoğan Ejder olduğunu düşünüyorlar," dedi sonunda, tiksintiyle. "Onun, Kehanetlerin söylediği gibi, her tür bağı kırdığını söylüyorlar. Erkekler lordlarını, çıraklar ustalarını terk etti. Kocalar ailelerini, kadınlar kocalarını bıraktı. Bu rüzgarla taşınan bir salgın ve sahte Ejder'den kaynaklanıyor."

Thursday, 18 October 2007

Death speaks...

Samarra'da Randevu

Ölüm konuştu: Bağdat'ta yaşayan bir tüccar, bir gün hizmetkarını erzak almak için pazara göndermiş. Hizmetkar kısa bir süre sonra, bembeyaz bir yüzle tir tir titreyerek geri dönmüş.
"Efendim," demiş, "bugün pazara gittiğimde bir kadın tarafından dürtüklendim. Döndüğümde, onun Ölüm olduğunu gördüm. Bana baktı ve tehditkar bir ifadeyle elini salladı; o yüzden hemen bana bir at ödünç ver de, bu şehirden uzaklaşıp kaderimden kaçayım. Ölüm'ün beni bulamayacağı bir yere, Samarra'ya gideyim."
Tüccar ona atını vermiş ve hizmetkarı eyere atlayıp topuklarını atın böğrüne geçirerek atın gidebildiğince hızla, dörtnala oradan uzaklaşmış.
Sonra tüccarın kendisi pazara gitti ve orada beni gördü. Yanıma geldi ve dedi ki, "Neden bu sabah hizmetkarımı gördüğünde tehditkarca elini salladın?"

"O tehditkar bir hareket değildi ki," dedim ben de, "şaşkın bir hareketti. Onu Bağdat'ta gördüğüme şaşırdım, çünkü onunla bu gece Samarra'da bir randevum vardı."
W. Somerset Maugham
1933

Death is not the problem. What you think of death is the problem.

Sunday, 14 October 2007

Google Tanrı mı?

"The Church of Google" adı altında toplanan bir grup genç, Google'ı yeni tanrıları ilan ettiler. Kendilerine "Googlist" diyen bu topluluk, şu ana kadar tanrı tanımına en uygun varlığın Google olduğunu ileri sürüyorlar.
Google'ın tanrı olduğunu 9 adımda şöyle kanıtlıyorlar:
#1: Google şimdiye kadar 'her şeyi bilen' bir varlığa en yakın şeydir ve bu bilimsel olarak kanıtlanabilir. Kendisine kayıtlı 9,5 milyar internet sitesiyle tüm diğer arama motorlarından daha üstündür. Ayrıca biglileri üstün PageRank özelliğiyle dizer ve biz ölümlüler için hazmedilebilir hale getirir.
#2: Google her yerdedir. Google aynı anda dünyanın her yerinde olabilir ve onunla her yerden bağlantı kurulabilir.
#3: Google dualara cevap verir. Arama motorunu kullanarak sorulara cevap bulabilir, O'na sorun, size cevabını verir, yolu gösterir; ama bundan sonrası size kalmıştır.
#4: Google potensiyal olarak ölümsüzdür.
#5: Google sonsuzdur. İnternet teorik olarak sonsuza kadar büyüyebilir ve böylece Google da sonsuza kadar büyüyebilir.
#6: Google her şeyi hatırlar. Google'ın önbelleği internetteki düşüncelerinizi ve söylediklerinizi sonsuza kadar kaydedebilir. Siz ölseniz bile, önbelleğe kayıtlı olanlar kalır ve böylece bir tür ahiret hayatı oluşturur.
#7: Google 'kötü yola düşemez'. Google'ın şirket felsefesi kötülük yapmadan para kazanabileceğini söyler.
#8: Google Trend'lere göre 'Google' kelimesi 'Tanrı', 'Allah', 'İsa', 'Buddha', 'İslam', 'Hıristiyanlık', 'Budizm' ve 'Musevilik' kelimelerinin toplamından daha fazla aranmıştır. İstatistik olarak görmek için buraya tıklayın.
#9: Google'ın varlığı tartışılmaz bir gerçektir. Google'ın varlığı şu ana kadar var olan tüm tanrıların varlığından daha kanıtlanabilirdir. Google tam burdadır. Kendiniz de gidip onun kutsal varlığına tanık olabilirsiniz, inanç gerekli değildir.

Bu grup hakkında daha fazla bilgi için yandaki resme tıklayın.
Eğer tanrının varlığıyla ilgili ya da bu dinin saçmalığıyla ilgili söyleyecekleriniz varsa buraya tıklayın.
İngilizce bilmeniz cevap alma ihtimallerinizi arttırabilir, ancak ciddiye alınma ihtimalinizi arttıracağından şüpheliyim.

Friday, 28 September 2007

The Pretender

Ben kafanın içindeki sesim
Dinlemeyi reddettiğin
Ben yüzleşmek zorunda kaldığın yüzüm

Yüzüne yansımış

Ben geriye kalanım, doğru olanım

Ben düşmanınım

Ben seni dizlerinin üzerine çökerticek elim


Peki ya sen kimsin?

Ya diğerleri gibi olmadığımı söylersem?
Senin oyuncaklarından biri olmadığımı söylersem?
Numara yapan sensin
Ya asla pes etmeyeceğimi söylersem?

"Orada yukarda, kuzey batıda Rhein nehri akıyor ve efsane der ki Loreley (ölüm perisi) orada oturup ölüm getiren şarkılarını söylemiştir. Ama bugün orada çok daha ölümcül bir müzik olacak."
WE'RE GONNA ROCK AROUND THE CLOCK TONIGHT!

Wednesday, 26 September 2007

Illuminatus memos

Beyaz adamın ülkesinde ben, aşağılıklardan daha aşağıyım; beyaz olmadığım için düşüğüm ve erkek olmadığım için tekrar düşüğüm. Ben dışlanmışlığın ve küçümsenmişliğin bedene bürünmüş haliyim -kadın olanım, renkli olanım, kabilesi olanım, toprakla bir olanım- beyazların teknoloji dünyasında yeri olmayan her şeyin bedenleşmiş haliyim. Ben, havayı kirleten fabrikanın kurulması için yer açılsın diye kesilen ağacım. Ben, atıklarla dolu nehirim. Ben, ruhu küçümseyen bedenim. Ben aşağılıklardan daha aşağıyım, ayaklarının altındaki pisliğim. Ama yine de John Dillinger beni karısı olarak aldı. Derinliklerime indi. Onun geliniydim; ama beyaz adamların kiliselerinde ve devletlerinde olduğu gib değil, dürüstlükle evliydik. Ağacın toprakla, dağın gökle, güneşin ayla evli olması gibi. Başımı göğsüne yaslar, saçlarıyla oynardım ve ona 'Johnnie' derdim. O bir erkekten fazlasıydı. Delirmişti, ama kabilesini bırakıp itilip kakılmak üzere düşmanıyla yaşamaya giden bir adamın delirmesi gibi değil. Asla kanca yaşamayı öğrenmemiş olan beyaz adamın delirdiği gibi deli değildi. Bir Tanrı'nın delirebileceği gibi deliydi. Ve şimdi bana onun öldüğünü söylüyorlar. "Ee?" diyor görevli, "bir şey söylemeyecek misiniz? Siz kızılderililer insan mısınız ki?". Gözlerinde kötü bir bakış var, çıngıraklı bir yılanın bakışları. Ağladığımı görmek istiyor. Orada durmuş, parmaklıkların arasından bana bakıp bekliyor. "Hiç mi duyguların yok? Bir hayvandan farkın var mı gerçekten?" Bir şey söylemiyorum. İfademi değiştirmiyorum. Bir beyaz asla bir Menominee'nin gözyaşlarını görmeyecek. Bakışlarımı görevliden koparıp yıldızlara dönüyorum, bugün çok daha uzak görünüyorlar. Uzak ve boş. Derinliklerimde büyük bir boşluk hissediyorum şimdi. Bir ağacı topraktan kopardığınızda, toprak da böyle hissediyor olmalı. Toprak da benim gibi sessizce haykırıyor.
Illuminatus!
Eye Of The Pyramid
Robert Shea & Robert A. Wilson

Friday, 21 September 2007

Dada siegt!

Parade Amoureuse
Francis Picabia

Pink
Hannah Hoech

Mile of String
Marcel Duchamp

Adolf the Superman
John Heartfield (1891 - 1968)

Electricity
Man Ray

Kleine Dada Soirée
Kurt Schwitters, Theo van Doesburg

Tuesday, 18 September 2007

Tanrı'ya dava açan adam

Eyalet Senatörü Ernie Chambers, Douglas bölge Mahkemesi'nde Tanrı'dan 'korku ve terör yaydığı' gerekçesiyle davacı oldu. Chambers, açtığı davada, “davalıdan, zararlı faaliyetler ve terör tehditlerine bir son vermesinin istenmesini” talep etti. Halkın oylarıyla seçildiğini hatırlatan Chambers, davalının, doğrudan veya dolaylı olarak, seller, depremler, kasırgalar, hortumlar ve salgın hastalıklara yol açtığını kaydetti ve davalının heryerde ve Douglas Bölgesi'nde de var olduğunu belirtti.

(kaynak: Hürriyet)

Saturday, 15 September 2007

The Dispossessed

"Anarres'te hiçbir şey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler, erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka bir şeyimiz yok. Burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu -duvar, duvar!"

"Bir mezartaşının üzerinde oturup, hayata bakıp 'Ne güzel!' demeye yokum!"

Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendiniz vermeniz gerekir.
Devrimi satın alamazsınız.
Devrimi yapamazsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak.
Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir.

Askerler geldiklerinde, ölü ve ölmekte olan erkek ve kadınların arasından, düzgün siyah giysileri içinde merdivenlerden çıktıklarında, büyük fuayenin yüksek, gri, parlak duvarının üstünde, bir adam boyu yükseklikte, geniş kan lekeleriyle yazılmış bir sözcük buldular: KAHROLSUN.

Wednesday, 12 September 2007

Jazz isst besser

Die Ärzte, (die beste Band der Welt) Kasım ayında ne hakkında olduğu henüz belirsiz konsept albümünü çıkarıcak.
Grup hakkında bilgisiz olanlar için kısa bi açıklama gerekli olabilir: Die Ärzte satanizmin yeni bi kolu olan Alman bir müzik grubudur. Hayranlarının (yani tarikat üyelerinin) gruba bağlılıklarını kanıtlamaları için ruhlarını Bela B.'ye, beyinlerini Farin Urlaub'a ve vücutlarını da Rodrigo Gonzalez'e satmaları gerekmektedir. Dinin esasları kısaca şöyle sıralanabilir:
+Her kadın (= yetişkin erkeğin zıddı, yetişkin dişi olan insan) konserlere en az bir adet sütyen getirip bunu törensel bi şekilde gruba kurban etmelidir.
+Her gün kahvaltıdan önce bir şişe Underberg veya kişinin antialkolik olması durumu halinde bir bardak süt tüketilmelidir.
+İstek parça olarak asla -ama ASLA- Paul der Bademeister adlı şarkı istenmemelidir.
+Die Prinzen adlı Alman pop grubunu açıkça sevmek, sevdiğini çaktırmak, şarkılarına orjinal sözleriyle eşlik etmek, o gruba para kazandıracak herhangi bir eylemde bulunmak büyük günahtır.

Albüm konusuna geri dönmek gerekirse ilk single olan Junge (oğlan/oğlum) şarkısının kendisi, sözleri ve sözlerinin çevirisi aşağıda verilmiştir:



Oğlum
Neden hiç ders çalışmadın?
Dieter'a baksana!
Onun bi arabası bile var
Neden Werner Amca'nın atölyesine gitmiyosun?
O sana kesin iş verir
Eğer ondan istersen

Oğlum
Şu kılık kıyafetine bi bak!
Pantolonunda delikler
Ve sürekli bu gürültü!
(Komşular ne diyecek?)
Ve sonra bi de saçların
Ne söyleyeceğimi bilmiyorum
Onları boyamak zorunda mısın?
(Komşular ne diyecek?)
Asla eve gelmiyosun
Seninle napıcamızı bilmiyoruz

Oğlum
Annenin kalbini kırma
Henüz çok geç diil
Hala üniversiteye yazılabilirsin
Eskiden hayvanları ne kadar severdin
Bu tam sana göre olmaz mıydı
Kendine ait bi muayenehane?

Oğlum
Şu kılık kıyafetine bi bak!
Burnunda delikler
Ve sürekli şu gürültü!
(Komşular ne diyecek?)
Elektronik gitarlar
ve aptal aptal sözler
Bunu kim dinlemek ister ki?
(Komşular ne diyecek?)
Asla eve gelmiyosun
Bu kadar kötü ilişkiler
Sana beş kuruş para bırakmicaz!
(Maliye Bakanlığı ne diyecek?)
Bunun sonu nereye varıcak?
Senin için endişelendiğimizi anlasana

Ve o kadar tatlı bi çocuktun ki...
O kadar tatlıydın ki...

Ve şu arkadaşların yok mu!
Hepsi uyuşturucu kullanıyo!
Ve sürekli bu gürültü
(Komşular ne diyecek?)
Geleceğini düşün
Aileni düşün
Ölmemizi mi istiyosun??




Wednesday, 5 September 2007

Half Jack

Yarı suyun altında
Yarı annemin kızıyım

Tartışmaya açık bir parça

Koleksiyonun tamamı

İstedikleri yarı fiyatına
Hastalıklı şöhrete
sahip evin yarı yolundayım

Yarı kazara
Yarı acıklı enstrümantal

Düşünecek çok şeyim var
Şaka mı yaptıklarını sanıyosunuz?

Gidip onu kışkırtmalısınız

Sanırım öğrenmenin tam zamanı

Yarı biyoloji, yarı ters gitmiş plastik cerrahi

Burada fazla kalır
san komik bi şeyler olduğunu fark ediceksin
Uzun zaman önce kara bir deliğin içindeydim
Engellemek için hapların olmadığı zamanlarda
Yarı Jill'im
Yarı Jack


İki yarım eşittir
İki şeytanın arasına bi haç

Gıpta edilecek bir parça değil

Ama eğer dinlersen

Yarımlar ve yarım olmayanlar
Arasındaki farkı anlarsın


Ama onu içeri aldığımda ilmiklerimin

Hastalandığını hissediyorum

Onu içimden temizleyip atmak istiyorum
Ama dedikleri gibi 'kan daha yoğundur'


Yüzümde annemi görüyorum
Ama sadece yolculuk ettiğimde

Koşabildiğim kadar hızlı koşuyorum

Ama Jack tökezleyerek peşimden geliyor

Ve eğer yeteri kadar cesur olursam

Onu atmanın bir yolunu bulurum

Ve o kadar uçuyorum ki
Ne sen ne de tüm sevgin beni indirebilir

83üne geldiğinde bile sihirli kelimeleri bulamadı

Bu gerçeği değiştirecek:

Yarı Jill'im

Yarı Jack


Eve giden yolu yarıladım
Yarı umutluyum

Bi çözüm yolunun bulunacağına dair
Çünkü bu kalabalıkla başa çıkabilecek kadar güçlü değilim

Beni yok edebilir

Ama vücudumu kurban etmeye hazırım

Eğer Jack parçamı içimden çıkarabilseydi!





**Bazı şeyleri açıklaması için: şarkıyı Amanda babası için yazdı