Thursday, 26 February 2009

He cries
tears of ink
They drip on me
I’m blackening
As I’m drifting
and floating
and falling
into sleep.

An Adventure Story from the Short Life of the Little Silver Fish

Once upon a time there was a little silver fish living between the rocks of a craggy coast. I don’t know what kind of fish it was, but then again, the little fish didn’t know either. It spent most of its days travelling between this rock and that, saying hello to its neighbors, eating little sea creatures who live between sea weeds and sometimes laying a few eggs to nice, warm and secret places, and then forgetting where she laid them and even if she laid them. The only thing that was stable in the little fish’s mind was her home. She knew every piece of sand in it.

One day while she was swimming between salty water bubbles, the oyster saw her and called for her:

“Where are you going little silver fish?” the oyster asked.

“I don’t remember,” the little fish answered cheered, recognizing she had forgotten her destination the moment the oyster asked.

“Well, well,” the oyster laughed, “you’re sure a dreamy one.”

The little fish, not knowing what to say in response to that, wagged her fins and smiled.

“You have pretty pearls,” she said then pointing into the oyster’s mouth, meaning the little pearls which would be too small for the humans to be valuable. “They remind me of something, but I don’t remember what.” This seemed to disturb her for a moment, but she didn’t allow this to bother her for too long, and the moment passed.

The oyster smiled at her, like it always did and said:

“I know something, which would make you wiser, so you won’t forget about these things anymore.”

“What is it?” the little fish asked excitedly swimming in loops.

“Look down there, do you see these weeds?” the oyster asked. It was referring to the silvery waving sea weeds which grew at the foot of the rocks a little more ahead. “You just have to take one bite of it, and you’ll remember.”

Now the little fish didn’t remember to have wanted anything like that before but suddenly, with the oyster mentioning it, she didn’t want to do anything else than to eat from those weeds. She darted towards them, leaving little hasty bubbles behind her, completely forgetting the oyster. She arrived at the silvery weeds and bit one of them. It tasted sweet, a taste the little fish didn’t experienced before. She felt dizzy, stood there paralyzed as the weeds were stroking her, caressing her slowly. It reminded her of the silver nets she had to escape from once; she almost got out of the water that day. She didn’t remember to be scared that much before. Struck by the horror of remembrance she shot up towards the shiny surface. The depths were so dark, so blue. She realized the first time in her life that her world was full of blueness. She stuck her little silver head out of the water, her mouth wide open, grasping for air in the waterlessness. The sun was shining, the weather was extremely hot, the air was arid, and the seagulls were screaming and were scaring her. She also remembered the appetite of the birds. She dived in back to the sea, swimming as fast as she could, flapping her little silver tail, cutting through the water like a knife. She swam like mad, fearing for her life, back to her home which was just the same, the way it always was. She hid herself in her little hole behind the rocks, gazing the outside with her eyes wide open. From the surface she saw the bubbles she made, not recognizing the trace as hers she pushed herself darker into the hole, turning her tail to the world outside, never looking back again.


Friday, 11 July 2008

NEIL GAIMAN'IN CANI SIKILMIŞ BİR KIZA YAPTIKLARI

Evet bugün canım sıkıldığında dedim bi bakıyım şu bizim Neil n'apıyo ve Journal'ında şunları buldum:

Bir adet Thomas Disch hikayesi

(henüz okunmadı, ama reklamı iyi yapıldı)
(edit: okundu ve hiç de reklamında görüldüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. lezzetli ama sağlıksız)

Şu an itibariyle ABD'de yayımlanmasına 11 hafta 3 gün 10 saat 18 dakika ve 12 saniye kalmış olan Graveyard Book'un kapağı (by Dave McKean). Kitabın kendi sitesi de bu.

ENDLESS'ların başlı başına bir din haline geldiğini öğrendim.

San Jose'un bir sokağının hep soğan halkaları gibi koktuğunu öğrendim. (Aslına bakarsanız tam olarak burda resmedilmiş olan sokak)

Daily Mail'in başlıkları hakkında bir şeyler öğrendim.
There is a rumour going around that I have found God. I think this is unlikely because I have enough difficulty finding my keys, and there is empirical evidence that they exist.
Ve Neil'ın başlıkları da daha iyi değil. Bu "Holly'nin Doğum Günü Yazısı" başlıklı yazıdan. Terry Pratchett söylemiş.

Snorglable diye bi kelime varmış. Burda.

Ha! Take that, Mr. Gaiman!

Who's a cute little raccoon? You are! Yes, YOU are! Iddy-widdy-cooty-pooty-woo... Waitaminnit...

And last but not least... The Conversation

Sunday, 29 June 2008

Moorsoldaten - Bataklık Askerleri

Moorsoldaten 1933 yılında Nazi Almanya'sında Börgermoor Toplama Kampı'ndaki tutuklular tarafından söylenen bir şarkıydı. Bu kampta Nazilere karşı olanlar, hırsızlar ve homoseksüeller tutuluyordu. Esirlerin kamptaki görevi kazma kürek gibi basit aletlerle turba bataklığındaki toprağı işlemekti. 1933 yılında Noel'den kısa bir süre önce tutuklulardan pek çoğu, kamp yaşamı hakkında konuşmamaya yemin ettiklerine dair bir belge imzalama şartıyla serbest bırakıldı.

Gözün alabildiğince
Bataklık ve çalılar her yerde
Kuş cıvıltısının kulağımıza çalınmadığı yerde
Meşeler yamuk ve çıplak durur

Bizler bataklık askerleriyiz
Ve sırtımızda küreklerle
Bataklığa gideriz

Bu çorak fundalıkta
Kampımız kurulmuş
Burada her türlü neşeden uzak
Dikenli teller ardına istiflenmişiz

Bizler bataklık askerleriyiz
Ve sırtımızda küreklerle
Bataklığa gideriz

Sabahları askerler gider
Turbalığın arasından işlerine
Yakıcı güneş altında kazarız
Aklımız memlekette

Yuvayı, yuvayı özler herkes
Aileye, karıya, çocuğa
Kimi göğüsler gerilir iç çekişle
Burada tutsak olduğu için

Aşağı yukarı yürür nöbetçiler
Kimse, kimse geçemez
Kaçmak hayatımıza mal olur sadece
Dört kat duvarlarla çevrilidir kale

Ama halimizden yakınmayız
Kış sonsuza kadar süremez
Bir gün sevinçle diyeceğiz ki
Yurdum, tekrar benimsin

O zaman bataklık askerleri
Sırtında küreklerle
Bir daha asla gitmez bataklığa

Saturday, 7 June 2008

Saturday, 17 May 2008

Dream

Absolute Sandman'in 3. sayısının kapağı. Söylenicek başka ne kaldı ki?

Kaynak: www.neilgaiman.com

Thursday, 15 May 2008

Saturday, 10 May 2008

Kaçak Şeytan

Lilith narin patilerini sessizce yere vura vura ortalıkta dolanmaya başladı. Diğerleri dışarı çıkmıştı. Lilith onların o muhteşem patilerini tüylerinden geçiremeyecek olmalarına hayıflandı. Ona göre insanların en iyi tarafları patileriydi, şahane şeyler yapabiliyorlardı o patilerle. Elbette avlanmak için hiç uygun değildi o patiler, -zaten insanlar avlanamayacak kadar hantaldı- ama insanlar avlanmadan da yiyecek bir şeyler bulabiliyor gibiydiler. Yedikleri bazı şeylere bakarak hala yaşıyor olmalarına şaşırıyordu Lilith.

Koltuğun üzerinden pencere pervazından atlayıp dışarı bakmaya başladı. Güneşli bir gündü, insanların burada kalmamalarını anlayabiliyordu. Kaldığı yeri sevmediğinden değil, büyük, rahat bir evdi ve ilk geldiğinde tüm gizli köşelerini keşfetmek günlerini almıştı –hala da hoşlanıyordu bu keşfetme işinden- ama yine de Lilith dışarıya baktığında bir kıskançlık hissetti.

Kendi türünden biri vardı dışarıda, irice, uzun tüylü bir dişi. Pencere sesleri boğduğundan ne söylediğini anlayamıyordu, ama pek dostane gelmiyordu kulağa. Aynı dişiyi daha önce de görmüştü, bir şekilde bu büyük eve girmeyi başarmış, onu besleyenlere yaltaklanırcasına miyavlayarak yiyecek istemişti. Lilith’i görünce nezaketi birden kaybolmuş, tıslamaya başlamıştı. Kıskanıyordu kuşkusuz, Lilith de kıskanılmayacak gibi bir dişi de değildi hani. Yine de o dışarıdaydı, Lilith içeride.

Hüzünle kulaklarını indirerek pencere pervazından aşağı atladı. İnsanları dışarıda ne yapıyordu acaba? Ne zaman gelirlerdi? Eh, çabuk gelseler iyi olacaktı, çünkü Lilith mama kabında kayda değer bir azalma gözlemlemişti. Mama kabının biraz ilerisinde duran mama torbasını patileri yumrukladıysa da, bunun poşet hışırdamalarından başka bir getirisi olmadı. Bu insanlar nasıl beceriyordu o patileri öyle kullanmayı anlamıyordu.

Biraz daha yemek umudunu bir kenara itip gezintisine devam etti. Canı kestirmek istemiyordu. İçinde, şu insanların üzerinde uyuduğu, kendisinin de kestirmek için tercih ettiği kocaman şeyin olduğu odaya girdi (elbette Lilith odayı bu şekilde düşünmüyordu, kısaca ‘uyku odası’ adını vermişti kendi içinde odaya). Bir an duvardaki üzerinde resimler olan kâğıtları tırmalamakla, yerdeki kâğıtları yemek arasında kaldı, sonra duvardaki resimlere yöneldi.

Tam tırnaklarını germiş kâğıt yırtılmasının nefis sesiyle mırlamaya başlamıştı ki, resim gürültülü bir hışırdamayla üzerine düştü. Tabii resmin üzerine düşmesiyle Lilith’in ok gibi fırlayıp odanın diğer ucunda belirmesi bir oldu. Kalbi gümbür gümbür –ya da daha doğrusu kalbinin boyutunu göz önünde bulundurursak ‘pıtır pıtır’- atıyordu. Kendini kaptırıp resmi fazla güçlüce aşağı doğru çekmişti. Kendine başka bir eğlence bulmaya karar verdi.

Bu gün gittikçe daha da fazla canını sıkıyordu, o şey üzerine düştükten sonra iyice sinirleri gerilmişti. Ne yazık ki bu evde tek bir fare bile yoktu. Bu durma içten içe sinirlenerek evde dolanmaya başladı. Yan odaya geçti, üzerine tırmanması pek güvenli olmayan –kendisinden çok üzerine tırmandığı şeyler için güvenli olmayan- yerlerde dolanmaya başladı. Fare bile olmayan bir evde Lilith ne işe yarardı ki? Süs eşyası mıydı o? Sinirli küçük bir miyavlamayla tırmandığı yerden aşağı atlayıp birkaç küçük eşyayı da beraberinde devirdi (biraz sakar bir kedicikti Lilith).

Birden odada dolanırken bir hava akımı hissetti. Evde tüm pencereler kapalıydı, bunu biliyordu Lilith. Yine de orada… Bir açıklık… Oradaki serinlik, özgürlüğün nefis kokusu…

* * *

“Cehennemi terk etmeden önce kanatları kesiliyordu ya…” dedi dişi insan apartmanın önünde çantasından şıngırdayan metal şeyleri çıkararak. İkinci dişi başını salladı:

“Pek iştah açıcı bir sahne değildi,” dedi ilk dişi kapıyı açarken. “Özellikle-”

Bir şey hızla kapı aralığından içeri süzüldü.

“Yine şu sokak kedisi-” sözü yarıda kesildi. “Lilith!”

“Dışarı nasıl çıkmış?”

Lilith insan dişilerinin konuşmasını dinlemedi. Soluk soluğa kalmış, ıslanmış, çalı çırpıya takılmış normalde yumuşak uzun tüyleri dikilmişti, patileri çamurluydu ve ısınmaya ihtiyaçları vardı. Daha önce insanların dışarı şemsiyesiz çıktığında mutlaka yağmur yağacağına dair asılsız ve saçma iddialarını duymuş, doğru olabileceklerini hiç düşünmemişti. Yine de, ne kadar perişan görünürse görünsün, kendini hiç bu kadar canlı, bu kadar özgür hissetmemişti.

Friday, 2 May 2008

Die Toten Hosen - Viva La Revolution



Her sabah üç dakikalık bir kahvaltı yumurtası

Ve köpekle bi tur
Tam vaktinde işte olmak ve tam vaktinde eve gelmek
Her gün aynı yöne doğru gidiyoruz, neden diye sormadan
Her gece aynı suratlar, aynı televizyon programlarında

Sonumuz asla bu olmayak demiştik o zamanlar
Bu demir parmaklıktan kuralları olan kafese hayır!
Görkemli bi başkaldırıştı; karşıydık, asla onların lehine değildik
Ve nihayet bir şeyler olsun diye her lanet kapıya kazıdık:

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Bu dünyayı değiştirmek istiyorduk ve önce kuaföre gittik
Çünkü bi ara birileri dış görünüş önemli demişti
Ve sonra savaşa attık kendimizi, Babil'in savaşçıları gibi
Herkes başka bi şeye inanıyordu, çünkü kimsenin bi şeyden anladığı yoktu

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Yaşlı Marx bizimle gurur duyardı ve kutsal savaşımızla
Çünkü özgürlüğümüz için savaştık, Tanrıya şükür ki kazandık
Ve bugün SPD ve CDU* arasında seçim yapabiliyoruz
RTL ve ZDF** arasında, Pepsi ve Coca Cola arasında

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Viva la revolution - ölümden önce hayat var!

Viva la revolution - yaşasın devrim!
Bu "Viva la revolution" da maalesef sadece afyondu

*SPD: Sosyal-demokrat Parti. CDU: Hıristiyan-demokrat Parti. İkisi de birbirinden beter.
**RTL ve ZDF; en çok izlenen Alman TV kanallarından iki tanesi. Biri özel, diğeri devlete bağlı.

Saturday, 26 April 2008

A drop of literature...

lost inside Neil Gaiman's Crazy Hair


Thursday, 17 April 2008

İki Üzüm Tanesi


Vaktiyle iki üzüm tanesi bir daldan sarkardı
Tasasızca, bütün tek yazlık ömürleri boyunca
Akşam cırcırböcekleri şarkı söylerken
Üzümler için sıradışı olan bi istek kapladı içlerini
Ölümsüzce aşık olmuşlardı.

Erkek esmer, sıcak bi tipti, kadınının onda en çok sevdiği taraf buydu
Bülbüllerin senfonisine sessizce eşlik ederek ona serenat yapardı
"Ah benim tatlı üzümüm, sana inandığımı bil
Benim güzel gelinim, o narin, pürüzsüz tenin..."

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için

Ve kadını dedi ki, "evet ne güzel olurdu, ne yazık ki asla olmayacak
İnsanların ve maymunların aksine biz bunun için yaratılmadık
Senin hiçbir yerin ince ve sivri değil ve benim de bir yarığım yok
Tanrı bunu yapmamızı istemedi o yüzden bizi üzüm olarak yarattı"

"Belki de başka bir hayatta kendimizi birbirimize verdik günah içinde
O'nun kutsal sözünü dinlemedik ve bu yüzden burda soluyoruz
Bir zamanlar ona inanmadık, o yüzden şimdi üzümüz sadece
En azından sana dokunabiliyorum ve tenini yakından hissedebiliyorum"

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için

Sonra genç çiftçi geldi, isteksizce işini yapmak için
Tüm üzümleri dallarından kopardı ve sepetine attı
Bizim narin, tatlılarımız ayaklarının altında patladı
sadece kısa bir an için birbirlerinin içine akmanın keyfine vararak

Kendilerini kaybettikleri mutluluk bir fıçıda mayalandı
Ne de olsa ikisi birbirlerinin içinde can verdi
Ve bu gece burda oturuyorum ve kırmızı şarabımı yudumluyorum
Üzümleri düşünüyorum ve sessizce şarkımı söylüyorum

Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için
Hayatımı verirdim, sadece tek bir kez seninle bir olabilmek için




Saturday, 5 April 2008

Error 404

Quick release chemicals strike with incomprehensible precision
Biorganic electronics targeting microscopic destinations of devastation

Cleaner than light
Meaner than a laser fight in the night 2000
Billions of micro maniacs unknown to most as the uncontrollable soldiers of suffering succotash
Instantaneous infiltration leaves me with a case of bustation, frustration,
Alone in the constellation of alienation detached from empty conversation
I wait
I wait
For the wave to break.

Sunday, 24 February 2008

Taşlar

Richard Shelton

Yaz geceleri dışarı çıkıp taşların büyümesini seyretmeyi severim. Bence burada, çölde, sıcak ve kuru yerde, daha iyi büyüyorlar. Ya da belki de genç olanlar burada daha hareketli.
Genç taşlar büyüklerin onlar için iyi olduğunu inandıklarından daha hareketli olma eğilimindedir. Çoğu küçük taşın, ebeveynlerinin de bir zamanlar sahip olduğu, ama uzun yıllar önce unutulmuş bir tutkusu vardır. Ve bu tutku suyla ilişkilendirildiği için, ondan asla söz edilmez. Yaşlı taşlar sudan hiç haz etmez. "Su asla bir yerde bir şeyler öğrenecek kadar uzun süre kalmayan bir at sineğidir" derler. Ama genç olanları, yavaşça, büyüklere fark ettirmeden kendilerini büyükçe bir akıntının fırtınalı bir yaz gecesinde onları yanlamasına ve fark edilmeden yakalayıp kuru bir nehir yatağından aşağı itmelerini sağlayacak bir pozisyonda yerleşmeye çalışırlar. Bu eylemin olası tehlikelerini görmezden gelerek yolcluk etmek, dünyayı görmek ve evlerinden, ailelerinden uzak, kendilerine ait kendi saltanatlarını kurabilecekleri bir yere yerleşmek isterler.
Ve taşlar arasındaki aile bağları çok sıkı olsa da, pek çoğu başarılı olmuştur. Üstelik bu taşlar çocuklarına bu akıntının içinden geçen, tehlikeli, yarım kilometre uzunluğunda, çoğu taşın hayal bile edemeyeceği kadar uzaklara bir yolculuk ettiklerini kanıtlayan yaralar taşırlar. Yaşları ilerledikçe bu gizli maceraları hakkında hava atmaktan vazgeçerler.
Yaşlı taşların çok tutucu oldukları da doğrudur. Her türlü hareketi ya tehlikeli ya da düpedüz günah olarak sınıflandırırlar. Rahatça oldukları yerde kalır, çoğunlukla da şişmanlarlar. Aslına bakılırsa şişmanlık, seçkinliğin bir göstergesidir.
Yaz gecelerinde, gençler uyuduklarında, ihtiyarlar o ciddi ve korkutucu konuya döner: Ay'a. Fısıltıyla bahsederler ondan. "Bakın! Nasıl da parlıyor ve göğün etrafında dönüyor, sürekli şekil değiştirerek," diyor biri. "Bizi nasıl çektiğini hissedin, bizi nasıl onu takip etmeye zorladığını," diyor bir diğeri. Ve bir üçüncüsü fısıldıyor, "bu çıldırmış bir taş."

Monday, 4 February 2008

Friday, 1 February 2008

Im Namen des Wahnsinns - Konstantin Wecker

*Wahnsinn = (kelime anlamıyla) kuruntulu akıl (gerçek anlamıyla) delilik, çılgınlık

Çılgınlık adına
tutuklusunuz
çok yüksek sesle
ve çok derinlemesine düşündünüz

Çılgınlık adına
karanlığa büründünüz
Düşünmenize gerek yok, zaten düşünüldünüz

Çılgınlık adına
hüküm giydiniz:
Zaman zaman kendinizle uğraşmışsınız

Çılgınlık adına
güldünüz
ve bundan zevk aldınız!

Çılgınlık adına
kendini biraz olsun aydınlatanlar
yok edilecek!

Evet, çılgınlık gecenin içinde ilerliyor sinsice
Bütün bu kuruntular aklımızı başımızdan aldılar
Soğuktan bir palto giymiş
Çünkü üşüyenlere daha kolay hükmedilir

Evet, çılgınlık gecenin içinde ilerliyor sinsice
Kendine adalet ve güç diyor
Güneşi kovuyor
Zamanı söndürüyor
ve bizi gerçeklikten çalıyor

Saturday, 19 January 2008

Spreading the truth...

Tanrı hakkında bilmek istediğiniz her şey...

Tuesday, 25 December 2007

DaDADAdadAdADaDadAdadaDAdaDaDa

Perhaps Strange
Kurt Schwitters

The world is full of goods trains
The passengers are cows
And milk and butter.
And cheese and lovely marmelade
And bulls and horses,
And cocks and hens.
The cow is mother to the milk,
And grandma both to cheese and butter.
The cheese is cousin to the marmelade.
The horse is cousin to the cock
The hen lays eggs.
The egg is cousin to the cheese and butter,
The son and daughter of the milk.
Isn't it strange?
It is.

Wednesday, 5 December 2007

The Story of Bonnie and Clyde

You've read the story of Jesse James--
Of how he lived and died;
If you're still in need
Of something to read
Here's the story of Bonnie and Clyde.

Now Bonnie and Clyde are the Barrow gang.
I'm sure you all have read
How they rob and steal
And those who squeal
Are usually found dying or dead.

There's lots of untruths to these write-ups;
They're not so ruthless as that;
Their nature is raw;
They hate the law--
The stool pigeons, spotters, and rats.

They call them cold-blooded killers;
They say they are heartless and mean;
But I say this with pride,
That I once knew Clyde
When he was honest and upright and clean.

But the laws fooled around,
Kept taking him down
And locking him up in a cell,
Till he said to me,
"I'll never be free,
So I'll meet a few of them in hell."

The road was so dimly lighted;
There were no highway signs to guide;
But they made up their minds
If all roads were blind,
They wouldn't give up till they died.

The road gets dimmer and dimmer;
Sometimes you can hardly see;
But it's fight, man to man,
And do all you can,
For they know they can never be free.

From heart-break some people have suffered;
From weariness some people have died;
But take it all in all,
Our troubles are small
Till we get like Bonnie and Clyde.

If a policeman is killed in Dallas,
And they have no clue or guide;
If they can't find a fiend,
They just wipe their slate clean
And hang it on Bonnie and Clyde.

There's two crimes committed in America
Not accredited to the Barrow mob;
They had no hand
In the kidnap demand,
Nor the Kansas City Depot job.

A newsboy once said to his buddy:
"I wish old Clyde would get jumped;
In these awful hard times
We'd make a few dimes
If five or six cops would get bumped."

The police haven't got the report yet,
But Clyde called me up today;
He said, "Don't start any fights--
We aren't working nights--
We're joining the NRA."

From Irving to West Dallas viaduct
Is known as the Great Divide,
Where the women are kin,
And the men are men,
And they won't "stool" on Bonnie and Clyde.

If they try to act like citizens
And rent them a nice little flat,
About the third night
They're invited to fight
By a sub-gun's rat-tat-tat.

They don't think they're too smart or desperate,
They know that the law always wins;
They've been shot at before,
But they do not ignore
That death is the wages of sin.

Some day they'll go down together;
They'll bury them side by side;
To few it'll be grief--
To the law a relief--
But it's death for Bonnie and Clyde.

Bonnie Parker, 1934


Thursday, 29 November 2007

Wednesday, 28 November 2007

The Passenger

Fildişi kapılarından geçen rüyalar yalandır, hiledir, sanıdır. Diğeri, ancak gerçeği kabul eder.

Rüyalar hakkındaki en güzel şey, anlık olmalarıdır.
Bir rüya sadece bir kez görülür ve sonra, unutulur. Onlara değer veren de budur, o ana ait olmaları, kayganlıkları, elle tutulamazlıkları... Ama eğer hatırlarsan, bir parçasını bile, değerlidir. Unutulabilir, her an tekrar kaybedilebilir, küçük, kırılgan bir parça...

Bir yolcuyum. Rüyalarınıza doğru hareket ediyorum. Rüyalarınıza biniyorum.
Manhattan'da çelik perçinli, pamuk şeker gibi kokan bir ejderhaya biniyorum. Kısacası otobüsle yolculuk ediyorum. Yeni yolcuyu fark etmeyen bir çift var arka koltukta. Önde oturuyorum ve şoförle sohbet ediyorum. Delawate Eyaleti'ne yaklaşırken, rüya sahibi, küçük sabırsız bir köpek, çoktan unutulmuş geçmiş bir yaşamda meçhul istikametlere yelken açtığı seferleri görüyor rüyasında. Okyanusun tuzlu dalga serpintileri yüzümü acıtıyor.
Rüyalarda ilerliyorum. Matthew'a yaklaşırken mücevheri hissediyorum.

Uyuyan çocuklarım. Rüyanızın içinde bir yolcunuz oldu ve siz, bunu asla bilmediniz.

dream
"...Ve ancak O'nun rüyalarının bir parçası olduğunda bilirsin ki, artık gerçek değilsindir."

Çok uzun boylu, çok güzel ve çok mesafeliydi. ... Pelerini gece yarısının bir parçası gibi rüzgarda uçuşuyor ve gözleri ikiz yıldızlar gibi parlıyordu. Dünyayı dolduruyor gibiydi.

Friday, 2 November 2007

Gecikmiş Halloweenler!


The Dream

In visions of the dark night
I have dreamed of joy departed-
But a waking dream of life and light
Hath left me broken-hearted.

Ah! what is not a dream by day
To him whose eyes are cast
On things around him with a ray
Turned back upon the past?

That holy dream- that holy dream,
While all the world were chiding,
Hath cheered me as a lovely beam
A lonely spirit guiding.

What though that light, thro' storm and night,
So trembled from afar-
What could there be more purely bright
In Truth's day-star?
Edgar Allan Poe