
If you are a dreamer, come in.
If you are a dreamer, a wisher, a liar,
A hope-er, a pray-er, a magic bean buyer . . .
If you're a pretender, come sit by my fire,
For we have some flax golden tales to spin.
Come in!
Come in!
by Shel Silverstein
Being a writer of fiction isn't like being a compulsive liar, honestly. It takes craft and care, and it's much easier not to do it.
-Neil GaimanTanrı gitmişti. Kaybolmuş, ölmüş ya da asla var olmamış gibi… İnsanlar kararsız, şaşkındı; aydınlık bir yolda birden biri ışıkları kapamış gibi, nereye gideceklerini bilemeden el yordamıyla ilerlemeye başladılar. Elektrikler kesilmişti. Sanki biri üzerlerinden giysilerini almıştı. Giysilerin orada olduğunun insanlar çok farkında değildir, ama yoklukları inanılmaz dikkat çekicidir. Daha önce Tanrı’nın varlığını fark etmeyenler bile çırılçıplak ortada kalınca yokluğunu fark etti.
Evlerden sessizlik ve değişim dalgalarının kokusu yükseldi. Kiliseler, sinagoglar ve camiler kapılarına ‘kapalıyız’ tabelaları astı, nazar duaları ve haçlar duvarlardan indirildi. Hıçkırıklar yükseldi, nereye sığınacaklarını bilemeyen insanların hayret dolu iniltilerine karıştı. Budistler omuz silkip Tanrı’nın daha yüksek bir biçime bürünerek yeniden doğmasını beklemeye başladılar.
Hükümetler milli güvenliği korumak için önlemler aldı; yatırımcılar hızla telefonlara uzanıp bankalara talimatlar yağdırdı. Çalışanlar yas ilan edip o gün işlerine gitmediler; işsizler evde oturmaya devam ettiler. Fakirler bundan sonra kime yakınıp kimlerden yardım isteyeceklerini bilemediler. Çocukların kafası karıştı; bazıları Noel’de istedikleri kırmızı bisikleti alamayacakları için ağladı, diğer çocuklar periler Tanrı sayılmadıkları için sevindiler ve dökülen dişlerini yastıklarının altına bırakmaya devam ettiler. Daha küçükleri omuz silkip oyunlarına devam ettiler; yetişkinler bir karar verseydi, Tanrı var mıydı yok muydu? Daha da küçükleri yokluğu fark etmediler bile, ayak parmaklarını yemeye çalışmaya devam ettiler.
Günahkârlar onları cehenneme mahkûm edecek kimsenin kalmamasına sevindiler. Hayırseverler yaptığı iyiliklerinin kendilerine getirilerinin olmayacağı için hayal kırıklığına uğradılar. Ayyaşlara içmek için sebep çıktı, ama Tanrı olsa da olmasa da onların hep bir bahaneleri olurdu zaten. Teistler nihilistlere 100’lük birer banknot uzattı. Hayalperestler dua etti, oportünistler çağın yeni ilahi kitabı üzerinde çalışmaya başladı. Ve tüm dinsizler, kâfirler ve küfürbazlar, kocaman kirli bir cam fanus olan bu diğer dünyanın içinde pörtlek gözleri ve hayretle açılmış ağızlarıyla dolanan balıkları ifadesizce kendi evlerinden seyrettiler.
Once upon a time there was a little silver fish living between the rocks of a craggy coast. I don’t know what kind of fish it was, but then again, the little fish didn’t know either. It spent most of its days travelling between this rock and that, saying hello to its neighbors, eating little sea creatures who live between sea weeds and sometimes laying a few eggs to nice, warm and secret places, and then forgetting where she laid them and even if she laid them. The only thing that was stable in the little fish’s mind was her home. She knew every piece of sand in it.
One day while she was swimming between salty water bubbles, the oyster saw her and called for her:
“Where are you going little silver fish?” the oyster asked.
“I don’t remember,” the little fish answered cheered, recognizing she had forgotten her destination the moment the oyster asked.
“Well, well,” the oyster laughed, “you’re sure a dreamy one.”
The little fish, not knowing what to say in response to that, wagged her fins and smiled.
“You have pretty pearls,” she said then pointing into the oyster’s mouth, meaning the little pearls which would be too small for the humans to be valuable. “They remind me of something, but I don’t remember what.” This seemed to disturb her for a moment, but she didn’t allow this to bother her for too long, and the moment passed.
The oyster smiled at her, like it always did and said:
“I know something, which would make you wiser, so you won’t forget about these things anymore.”
“What is it?” the little fish asked excitedly swimming in loops.
“Look down there, do you see these weeds?” the oyster asked. It was referring to the silvery waving sea weeds which grew at the foot of the rocks a little more ahead. “You just have to take one bite of it, and you’ll remember.”
Now the little fish didn’t remember to have wanted anything like that before but suddenly, with the oyster mentioning it, she didn’t want to do anything else than to eat from those weeds. She darted towards them, leaving little hasty bubbles behind her, completely forgetting the oyster. She arrived at the silvery weeds and bit one of them. It tasted sweet, a taste the little fish didn’t experienced before. She felt dizzy, stood there paralyzed as the weeds were stroking her, caressing her slowly. It reminded her of the silver nets she had to escape from once; she almost got out of the water that day. She didn’t remember to be scared that much before. Struck by the horror of remembrance she shot up towards the shiny surface. The depths were so dark, so blue. She realized the first time in her life that her world was full of blueness. She stuck her little silver head out of the water, her mouth wide open, grasping for air in the waterlessness. The sun was shining, the weather was extremely hot, the air was arid, and the seagulls were screaming and were scaring her. She also remembered the appetite of the birds. She dived in back to the sea, swimming as fast as she could, flapping her little silver tail, cutting through the water like a knife. She swam like mad, fearing for her life, back to her home which was just the same, the way it always was. She hid herself in her little hole behind the rocks, gazing the outside with her eyes wide open. From the surface she saw the bubbles she made, not recognizing the trace as hers she pushed herself darker into the hole, turning her tail to the world outside, never looking back again.
There is a rumour going around that I have found God. I think this is unlikely because I have enough difficulty finding my keys, and there is empirical evidence that they exist.Ve Neil'ın başlıkları da daha iyi değil. Bu "Holly'nin Doğum Günü Yazısı" başlıklı yazıdan. Terry Pratchett söylemiş.
Ha! Take that, Mr. Gaiman!
Who's a cute little raccoon? You are! Yes, YOU are! Iddy-widdy-cooty-pooty-woo... Waitaminnit...
Lilith narin patilerini sessizce yere vura vura ortalıkta dolanmaya başladı. Diğerleri dışarı çıkmıştı. Lilith onların o muhteşem patilerini tüylerinden geçiremeyecek olmalarına hayıflandı. Ona göre insanların en iyi tarafları patileriydi, şahane şeyler yapabiliyorlardı o patilerle. Elbette avlanmak için hiç uygun değildi o patiler, -zaten insanlar avlanamayacak kadar hantaldı- ama insanlar avlanmadan da yiyecek bir şeyler bulabiliyor gibiydiler. Yedikleri bazı şeylere bakarak hala yaşıyor olmalarına şaşırıyordu Lilith.
Koltuğun üzerinden pencere pervazından atlayıp dışarı bakmaya başladı. Güneşli bir gündü, insanların burada kalmamalarını anlayabiliyordu. Kaldığı yeri sevmediğinden değil, büyük, rahat bir evdi ve ilk geldiğinde tüm gizli köşelerini keşfetmek günlerini almıştı –hala da hoşlanıyordu bu keşfetme işinden- ama yine de Lilith dışarıya baktığında bir kıskançlık hissetti.
Kendi türünden biri vardı dışarıda, irice, uzun tüylü bir dişi. Pencere sesleri boğduğundan ne söylediğini anlayamıyordu, ama pek dostane gelmiyordu kulağa. Aynı dişiyi daha önce de görmüştü, bir şekilde bu büyük eve girmeyi başarmış, onu besleyenlere yaltaklanırcasına miyavlayarak yiyecek istemişti. Lilith’i görünce nezaketi birden kaybolmuş, tıslamaya başlamıştı. Kıskanıyordu kuşkusuz, Lilith de kıskanılmayacak gibi bir dişi de değildi hani. Yine de o dışarıdaydı, Lilith içeride.
Hüzünle kulaklarını indirerek pencere pervazından aşağı atladı. İnsanları dışarıda ne yapıyordu acaba? Ne zaman gelirlerdi? Eh, çabuk gelseler iyi olacaktı, çünkü Lilith mama kabında kayda değer bir azalma gözlemlemişti. Mama kabının biraz ilerisinde duran mama torbasını patileri yumrukladıysa da, bunun poşet hışırdamalarından başka bir getirisi olmadı. Bu insanlar nasıl beceriyordu o patileri öyle kullanmayı anlamıyordu.
Biraz daha yemek umudunu bir kenara itip gezintisine devam etti. Canı kestirmek istemiyordu. İçinde, şu insanların üzerinde uyuduğu, kendisinin de kestirmek için tercih ettiği kocaman şeyin olduğu odaya girdi (elbette Lilith odayı bu şekilde düşünmüyordu, kısaca ‘uyku odası’ adını vermişti kendi içinde odaya). Bir an duvardaki üzerinde resimler olan kâğıtları tırmalamakla, yerdeki kâğıtları yemek arasında kaldı, sonra duvardaki resimlere yöneldi.
Tam tırnaklarını germiş kâğıt yırtılmasının nefis sesiyle mırlamaya başlamıştı ki, resim gürültülü bir hışırdamayla üzerine düştü. Tabii resmin üzerine düşmesiyle Lilith’in ok gibi fırlayıp odanın diğer ucunda belirmesi bir oldu. Kalbi gümbür gümbür –ya da daha doğrusu kalbinin boyutunu göz önünde bulundurursak ‘pıtır pıtır’- atıyordu. Kendini kaptırıp resmi fazla güçlüce aşağı doğru çekmişti. Kendine başka bir eğlence bulmaya karar verdi.
Bu gün gittikçe daha da fazla canını sıkıyordu, o şey üzerine düştükten sonra iyice sinirleri gerilmişti. Ne yazık ki bu evde tek bir fare bile yoktu. Bu durma içten içe sinirlenerek evde dolanmaya başladı. Yan odaya geçti, üzerine tırmanması pek güvenli olmayan –kendisinden çok üzerine tırmandığı şeyler için güvenli olmayan- yerlerde dolanmaya başladı. Fare bile olmayan bir evde Lilith ne işe yarardı ki? Süs eşyası mıydı o? Sinirli küçük bir miyavlamayla tırmandığı yerden aşağı atlayıp birkaç küçük eşyayı da beraberinde devirdi (biraz sakar bir kedicikti Lilith).
Birden odada dolanırken bir hava akımı hissetti. Evde tüm pencereler kapalıydı, bunu biliyordu Lilith. Yine de orada… Bir açıklık… Oradaki serinlik, özgürlüğün nefis kokusu…
* * *
“Cehennemi terk etmeden önce kanatları kesiliyordu ya…” dedi dişi insan apartmanın önünde çantasından şıngırdayan metal şeyleri çıkararak. İkinci dişi başını salladı:
“Pek iştah açıcı bir sahne değildi,” dedi ilk dişi kapıyı açarken. “Özellikle-”
Bir şey hızla kapı aralığından içeri süzüldü.
“Yine şu sokak kedisi-” sözü yarıda kesildi. “Lilith!”
“Dışarı nasıl çıkmış?”
Lilith insan dişilerinin konuşmasını dinlemedi. Soluk soluğa kalmış, ıslanmış, çalı çırpıya takılmış normalde yumuşak uzun tüyleri dikilmişti, patileri çamurluydu ve ısınmaya ihtiyaçları vardı. Daha önce insanların dışarı şemsiyesiz çıktığında mutlaka yağmur yağacağına dair asılsız ve saçma iddialarını duymuş, doğru olabileceklerini hiç düşünmemişti. Yine de, ne kadar perişan görünürse görünsün, kendini hiç bu kadar canlı, bu kadar özgür hissetmemişti.